İnsanda “Güven” hissi gibi “İtimat” etme duygu/dürtülerinin yarattığı sığınma ve dayanak bulma arayışının sonucu genellikle inanç duyulan kaynaklar olmakta.
Tartışılan konu insanın inanmak ve inanç duymak zorunda olduğu kaynağın değişkenliği veya Allah inancı noktasında yaşadığı zayıflıktır.
İnsanlar inanmak eylemiyle bir şeyin doğru veya mutlak olduğu görüşünü benimsediğinden dolayı inanç duydukları kaynağa kesin kanaat duyma yoluna yönelir.
Esas olan konu güven duyulan, itimat edilen ve sığınma/korunma hissedilen inanç unsurunu kalp ve ruhsal açıdan kabullenmeyi ana felsefe haline getirmektir.
Yüzyılımızın yaşam tarzına dönüşmeye başlayan inançsızlık ve ateist anlayışlar her ne kadar bireysel çıkışları ve modern dünyanın bireyi yalnızlaştıran söylemleri olsa da aslında durum hiç de öyle değil!
Çünkü inançsızlık gibi bir kavram arkasına sığınmak bir bakıma semavi dinlerin kabul edilmemesiyle ilgili olup, özgürlük felsefesinin kalkan yapılmasıyla alakalı olduğu söylenebilir.
İnancı olmayan insan yoktur.
Farklı bir maddi veya manevi bir unsura olan bağlılık vardır.
İlahi güce inanmamak ayrı manevi boyut itibariyle insanın aitlik duygusu hissettiği ve sığınma dürtüsü duyduğu her hangi bir unsuru iç dünyasında yaşamaya çalışması ayrı konulardır.
İlahi gücü kabullenmeyenler için var olan yaşam koşulları, doğal ortam, canlı ve cansız varlıklar, sosyal düzen ya da toplumsal hayat ile toplumsal yapıyı ayakta tutan kurallar bütünlüğü anlamsızdır.
“Kural tanımama, hiçbir otoriteyi kabullenmeme, evrenin tesadüfen var olduğunu ve evrensel düzenin anlamsız bir işleyişe sahip olduğunu benimseme” gibi yaşam tarzlarını seçme yoluna gitmek gibi seçimlerin özünde mutlak bir gücün farkında olmamak yatar.
Yokluğa mahkûm olma gibi bir yaşama tarzını sürdürme açısından her şeyi anlamsız bulma eğilimi inançsız olmaktan çok materyalist bir dünya görüşünün uzantısıdır.
Amin Maalouf’un “Hayat başlar ve biter! Nasıl başlayıp nerede sona erdiği değil; İkisi arasına neler sığdırabildiğin önemlidir” sözü irdelenmesi gereken tespitin önümüze konan uyarısı niteliğinde.
Başlamak ve bittiği noktaya ulaşmakla iş bitmiyor değil mi?
Öncesi ile sonrası arasında yaşanan hayat sürecini inanmak ve inanç sistemi üzerinden temellendirmek becerisi insanın kaderini de belirlemekte. Nasıl başladığı değil, nasıl yol aldığı ve nasıl bir sona gelineceğini akıl ve irade ile belirleme başarısı sanırım mutlak doğruya ulaşmanın haritası olacaktır.
İnsan için inanmak ve değer verdiği bir merkez etrafında yaşamını şekillendirerek haramdan/kötü olandan uzak durmak, inanç sisteminin işaret ettiği bir profili karşımıza çıkarır.
İnanç duymak ile yetersiz bir inanma kültürüne sahip olmak, genetiğinde her türlü içgüdü/dürtüyü taşıyan insana birçok şeyi yaptırabilir.
İnanç yetersizliği insana her türlü rezilliği de her türlü pisliği de yaptırabiliyor.
Hassas nokta korku değil, çekinme ve kötüye yönelmeme dürtüsünü canlandırmak.
İnanç eksikliğiyle olmadık sapkınlıklar, düşünülemeyen vahşetler, insana ve doğaya/canlıya zarar verme girişimleri, ahlaksızlık ve çirkinlik halini hareketlendiren eylem/davranışlar ve insana yüklenmeyen ve özünde olmayan vahşet eylemlerini yapmaktan çekinmeyen bir profili karşımıza çıkarmasıdır asıl problem alanı!