Çalışmak, yaşamı tüm yoğunluğuyla sürdürmek ve buna bağlı olarak dinlenme hakkını kullanmaya yönelmek değişmeyen genel eylem tarzlarımızdır.

Bunun olmaması anormal bir durumdur ve insan beslenme, dinlenme, sosyal faaliyetlerle uğraşmanın zorunluluğunu hisseder.

Uyumak, müzik dinlemek, aile bireyleri ile ortak programlar yapmak, yürümek, spor yapmak, arkadaş çevresiyle takılmak, kitap okumak, sanal ortamda sörf yapmak, yemek yeme ya da yapmakla uğraşmak veya Televizyon izlemek…

Normal ihtiyaçlar ve sayılanlar mutlu olmanın yollarından bir tanesi.

Ama nereye kadar veya hangi sınır gözetilerek!

Her şeyin aşırısı zarar ya…

Sınır tanımama bir yana, bedenimize ve beynimize verdiğimiz zararların hesabını yapamayacak kadar da habersiziz.

Çünkü değer kaybı, ahlaki ilkeler, sosyal benliğimiz, kişilik gelişimimiz, aile ve yakın çevre iletişimi açısından köleleşme yolunda basamakları atladığımızı göremiyoruz.

Özellikle Televizyon ve yayınlanan programlar ve içerikleri tam bir muamma!

Belirsiz diyorum, zira farkında olmadan algı operasyonu geçirdiğimizi fark etmiyoruz.

İşlenen konular, verilen bilinçaltı mesajlar, üzerinde durulan olay örgüleri ve özenti yaratan hayat modelleri ile gerçek dünya arasında fark var.

Tüketim toplumu olmaya yöneltme, lüks yaşama özendirme, inançları yok etme, sapkınlık yaratma, toplumsal cinsiyet eşitliği ile aykırı ilişkiler doğurmak, kendi kimliğini unutan bireyler yetiştirme, aile değerlerini yok edecek rol modeller kullanmak gibi tamamen insan dışı bir görsellik yayıncılık anlayışında temel ilke haline gelmiş durumda.

Hem de bunlar zorlamadan ve insanların kendi istekleriyle yapılıyor.