Güven duymak önceliklidir…

Teslimiyet için ön koşul güven olmakla birlikte inanmak ikinci koşuldur. Doğru kabul etmek, zarar gelmeyeceğini bilmek, amaca ulaşmanın asıl yolu olduğunu düşünmek de diğer etkenlerdir.

Teslimiyet, sadece bedenin hapis edilmesi veya esaret değildir. Serbest hareket imkânından yoksun kalmak da değil…

Teslimiyetin asıl anlamı bedeni, iradeyi, aklı ve ruhu inanılan değer uğruna bağlamaktır.

Kişinin tüm varlığı ve kendi benliğini kabul etmesi, kabullenmesi itibariyle var olana boyun eğmek ihtiyacını hissetmesidir. Yaşamın her alanında güvenilecek bir gücün, varlığın veya ortamın sağladığı hakikatlere inanmak ve sığınma ihtiyacı hissederek itimat etmektir.

Konu ile alakalı olarak insan açısından teslimiyet iki farklı alanı önümüze serer. Biri ilahi alanın yaradılış felsefesine oturan inanç boyutu ile insanı teslim alma ve bağlılığını kesin itaat anlayışına oturtma amacı taşıyan teslimiyet çeşididir.

Diğeri ise ilahi olsun veya olmasın insan yaşamı ile bağlılık duyduğu ve teslimiyeti kabullendiği koşullardır. Aile bilinci, toplum kuralları, sosyal ilişkiler gibi kişiyi kendine bağlayan kurallar ve toplumsal birliktelik inancına olan teslimiyet güdüsüdür. Çünkü toplum içerisinde yaşamak kişisel özgürlüğün istendiği gibi kullanıldığı anlamına gelmiyor.

İnsan tabiat olarak kendini topluma ve aitlik duygusu ile sosyal bilinç alanına bırakmak zorundadır. İradesi ile alternatifler arasında seçme hürriyetini kullanır, ama toplumsal bütünlük ve birliktelik ortamında teslimiyet şarttır. Şart olmasının temeli de diğerinin özgürlük hakkının olması ve herkesin hukuk ve normlara itaat konusunda diğer bireyleri düşünmek zorunda olduğudur.

Her ikisinde de kurallar ve belirlenmiş temel ilkelerle insanı ve eylemlerini düzenleme, iyiye yönelme ve kötüden sakınma, diğer insanlarla birlikte yaşamanın gereklerini yerine getirme gibi eylem tarzları ve davranış kalıpları vardır.

İlahi anlamda dini teslimiyet bilincinde güvenilen ve duygularla-düşüncelerle itimat edilen güç, mutlak olan yaratıcı güç, yani Allah inancıdır. Hakikat ve değer ölçüsünün karşılığı sahip olunan Tanrı inancıdır. İnsan boyutunda karşılığı “Kulluk” kavramı ile ifade edilirken, amaç, bilinmeyen veya bilgi sahibi olunmayan konularda yol gösteren ilkelerle hareket etme bilinci yakalamaktır.

Yanlış algılar yaratan veya kullanılması sakıncalı görülen kavramlardan biri olan “Tanrı” kavramını, farklı manalara yönlendirmenin hatalı olduğunu belirtmek lazım. Tanrı kavramı genel bir tanımlama ve “İlahi” olsun “Beşeri” olsun, iki ana kategoride çok farklı dini inançlar olduğundan dolayı yaratıcı kabul edilen veya mutlak güç görülene genel bir isim verme amacı taşıdığı unutulmamalıdır.

Hristiyanlıkta ve Yahudilik’ te Tanrı, İslamiyet’ te Allah kavramı, Hinduizm’ de Brahma, Budizm’ de Buda veya bölgesel ve yerel bazda varlığını sürdürmeye çalışan inanç sistemlerinde değişik isimlerle anılan yaratıcı güce verilen tanımlamalar kendi inancımızda ve dini hayatımızda bir sıkıntı doğurmamalıdır. Tanrı kelimesinin sadece isimlendirme itibariyle bir kavram olduğunu fark etmek gerekiyor.

İnsanın teslimiyet gösterdiği ve uyulması durumunda zarar görmeyeceğine inandığı güç veya Tanrı karşısında boyun eğme, itiraz etmeden kabul etme ve kendi iyiliği için kişiliği ve benliği ile ruhuna sindirme psikolojisini yaşaması teslimiyetin genel ifadesidir.

Çünkü teslimiyet kişinin ruhu ve kalbi ile tüm şüphelerden arınmak, kabul etme dürtüsünü canlı tutarak tüm kişisel isteklerden, beklentilerden, ilahi olana ters düşen etmenlerden, insanlığa zarar verecek etkenlerden uzaklaşarak nefsine, kötülüğe, zulme, kin ve nefrete, ayrımcılığa, riyaya, günaha karşı dik durmaktır.

Kişi kendi benliğinin ve dürtülerinin esiridir. Çünkü duyguları ve düşüncelerinin yanında ihtiyaçları ile bedenini canlı tutma adına,benliğini ve bedeninitatmin etmek zorundadır.

Birey olarak toplumsal yapının esaretini hisseder. Çünkü diğer insanlar ile yaşadığı sosyal ilişkiler ağı sayesinde topluluk bilincini doyurarak,ihtiyaçlar noktasında paylaşımlarda bulunur.

İnsan organizma olarak ruhunun esaretine bağımlıdır. Zira ruh, organik yapıyı canlı tutan ve maddesel boyutu yaşam alanlarına katan mutlak enerjidir.

Kişi zamanın ve yaşadığı mekânın esaretini yaşar. Belirlenen zaman diliminde ve belirli olan bir ortamda hayat bulan iradesi ile bağımlılığının koparılamaz bağlarını ellerinde tutmak zorunluluğundadır.

İnsan varlığın-varlığının esiridir. Esaretinin anlamı olan var olma gerçekliği ile dünyanın ve evrenin merkezi parçası durumundadır.

İlahi olanın esaretini duyumsar insanoğlu!Var olmasını sağlayan donanımları sağladığından ve yaradılışının temellerini attığından dolayı kendini, benliğini, iradesini, özgürlüğünü, ruhunu var olmasına sebep olan güce ya da Tanrı inancına dayamak zorundadır.

Peki, sayılanlar zarar verici unsurlar mı?

İnsanın zorunluğu olduğu kurallar bütünlüğü kötüyü mü işaret ediyor?

Esaret denen kavram insanı hayat karşısında iradesiz, çaresiz ve mazlum mu bırakıyor?

Olmadığını veya insanın bedeni ve ruhu ile iki boyutunu, ihtiyaçlarını giderecek şekilde dengede tutması gerektiğini vurgulamak lazım.

Karşımıza çıkan kavram da işte bu: DENGE!

Hayatı, zamanı ve mekânı varlığımız ve yaşam şartlarımızla uyumlu hale getirmek, dengede tutmak... Mahrumiyet ile karıştırmadan, esaret kavramını toplumsal uyum ve sosyal denge kavramlarıyla ortaya koymak gerekiyor.