İlköğretimlerin birinci sınıfında, ikinci yarı yıla başlamıştık… Şubat ve Mart aylarını da geride bıraktıktan sonra, Nisan ayında yeni bir çalışmaya başlıyorduk. Öğretmen-Veli kontrollü, okuma takip çalışması…
Öğrenciler, her gün tam 15 dakika kitap okuyacaklardı. Bu etkinliği evde yapacaklardı. Kaynak, tamamen serbestti. İsteyen gazete, isteyen dergi, isteyen masal kitabı, isteyen mecmua… Hangi kaynağı seçerlerse seçsinler, önemli değildi. Önemli olan, her gün ne az, ne de çok; tam 15 dakika kitap okumalarıydı…
Bu konuda veliler bilgilendirilmiş ve bilinçlendirilmişlerdi.
Hepsine ayrı ayrı şu tavsiyelerde bulunulmuştu…
- Çocuğunuzun elinden tutarak onu bir kitapçıya götürün, dilediği kitabı alma konusunda serbest bırakın. Kendisi, okuyacağı kitabı incelesin, sayfalarını karıştırsın, beğensin; diye.
- Ayda bir defa, gazete bayisine götürerek, çocuk dergisi almak için aynı faaliyeti yapın ve çocuğunuz okuyacağı dergiyi seçmede özgür olduğu bilincini hissettirerek dergisini alarak eve dönün, diye.
- Bir de günlük gazete için teşvik ettik. Çocukların; özellikle, futbol merakları yüzünden, spor gazetelerine daha ilgi duyacaklarından hareketle; Fanatik, Fotomaç gibi gazetelere yönlendirilmelerini, bunun için onlara hangi takımı tuttuklarını sormalarını ve çocuklarının tuttukları takımla ilgili gazetedeki haberlere dikkatlerinin çekilmesini söyledik. Beğendikleri spor gazetesinden her hafta bir tanesinin alınarak eve getirilmesini tavsiye ettik.
Amaç tekti. Severek, isteyerek ve zevkle kitap okumalarını sağlamak. Amaca ulaştık. Mükemmel sonuçlar aldık. En önemlisi; sıkılmadan okumalarını sağlamıştık. Hiçbir anne veya baba, evde 15 dakika kitap okumayan çocuğunun tarafımdan hazırlanan ve çantalarında bulunan takip listesini imzalamıyordu. Ben her sabah listeyi kontrol ediyor ve okuyanlarla okumayanları bir çırpıda tespit ediyordum. Kaytarma olamazdı. “Annenizle konuşmuşum. Okumayanların yerine sahte imza atarak öğretmeni kandırmamaları gerektiğini söylemişim.” dedikten sonra hepsine birden soruyordum. “Annenize mi okudunuz? Yüksek sesle mi okudunuz? Anneniz, saat tuttu mu?” diye.
Bana bir defasında birinci sınıf öğrencilerim şu soruyu sordular:”Öğretmenim. Ne zaman kadar her gün 15 dakika kitap okuyacağız.” Cevabım şöyle olmuştu: “Erkekler,saçları ve sakalları beyaz olup bastonla yürüdükleri ve herkesin onlara dede dedikleri zamana kadar, kızlar da gözlük takıp örgü ördükleri ve herkesin onlara nine dedikleri zamana kadar…”
Yüzlerindeki ifadeyi bir görseydiniz. Dede ve nine taklidi yaptıkları zaman ki hâllerini ah bir görseydiniz… Tek sevindiğim şey şu olmuştu. Hiçbir öğrencimin; dudağını bükmeden, homurdanmadan ve başımıza ne büyük bir bela aldık demeden bu emre itiraz eden bir tavır almamaları…
Mükemmel sonuç, bütün öğrencilerden bir anda alınamaz elbette. Kimileri Üsküdar’ı geçerken, kimileri yolun yarısına gelmişlerdi… Çünkü, her çocuğun isteği, gayreti, hırsı, çabası ve düzeni farklıdır. Bu farklılık, ailelerin çocuklarına yaklaşımlarından, ev ortamlarından, kardeş sayısının fazla oluşundan, ekonomik göstergelerinden vs. doğmaktadır. İşte Üsküdar’ı geçmeye hazırlanan öğrencilerimden birini; Yılmaz Hakan GÜLER’i anlatacağım bu yazımda. Okuma ödevlerini yapmasına yapıyor ama hem kendisine hem de annesine çektire, çektire… Uyumak için yatağa girmesi gereken saat 21.00’de, evde terör estiriyor. “Ben okumamı yapmadım. Ne yapacağım?” diye…
Birkaç defa annesine okumuş gibi imza attırma da başarılı oluyor. Annesi ne yapsın? Anne kalbi işte!… Çocuğunun uyuması, uykusuna doyması için atıyor imzayı. Ama bunu öğretmenden de gizleyerek… Tabi ki sadece birkaç defa. Alışkanlık haline gelmeyen, birkaç ayrı zamanda ve parmak sayısını geçmeyen birkaç defa …
Hakan, bu durumdan rahatsız oluyordu ama ikinci bir konu onu daha fazla rahatsız ediyordu… O’nu, birinci konudan daha rahatsız eden konu neydi biliyor musunuz? Yalan atmak. Çünkü bir dediğini iki etmeyen babası; O’na, “Ne yaparsan yap ama kesinlikle yalan atma” demişti. İşte bu terbiye, daha bu yaşlarda yerleşmesi gereken yere silinmemecesine yerleşmişti ve Hakan’ın yalan atmasını gerektirecek durumlarda karşısına bir öcü gibi çıkıyordu. Bu terbiye de korku yoktu. Babasına saygısızlık yapmama utancı vardı. Hayatında, babasından tek bir tokat yemeyen Hakan, okuma etkinliğinde birkaç defa yalan atmıştı. Nihayetinde bir çocuktu Hakan. Bir saat önce ne yediğini hatırlamayan, ne yaptığını unutan bütün çocuklardan biriydi O’da sonuçta…
Pazartesi günü son derste yanıma gelerek karnının ağrıdığını söyleyen Hakan’ı, diğer öğrencilere yaptığım gibi yokladım. “Soğuk su mu içtin? Dondurma yedin mi? Aç mısın? Yatarken üstünü açıyor musun?” Hakan’ın rahatsızlığı fizyolojik değildi. Psikolojikti. Öğretmenler odasına alarak yanıma oturttum ve tatlı tatlı sohbete başladım.”Karnını yaralım. Midene bakalım. Ne olduğunu bulmaya çalışalım.” dedikçe gülüyor ve biraz sonra tekrar suratını buruşturarak midesinin ağrıdığını söylüyordu. Paydos zili çalınca eve gönderdim. Ertesi sabah birinci derste Hakan gelmemişti. Annesini arayarak nedenini sorduğumda -Hakan’ın okumasını yapmadığını, o anda yapmakta olduğunu, bitirir bitirmez okula göndereceğini- cevabını aldıktan sonra şu itirafı duydum. “Hocam. Hakan birkaç defa okumadığı halde bana listeyi zorla imzalattırdı. Dünkü rahatsızlık numarası bu yüzdendi. Size ve babasına yalan atmak, hoşuna gitmiyor.Rahatsızlığı bu yüzden. Okumasını bitirdi sayılır. Hemen gönderiyorum. ”
Sorumluluk gelişiyor, güçleniyor ama en güzeli, en mükemmeli, en müthişi; sorumluluk duygusunun gelişiminde önüne çıkan engelleri, büyük insanların olgunluğunda, insana yakışır bir şekilde aşıyordu yavaş yavaş Hakan’ımız. Ne mutlu böyle çocuklara. Çok çok teşekkürler böyle anne ve babalara… Çok çok teşekkürler ve tebrikler; okul çağındaki küçücük çocuklarına yalan atmamayı, hırsızlık yapmamayı, çete kurmamayı, haksızlık yapmamayı, küfretmemeyi ve insanları sevmeyi bu yaşlarda öğreten AİLELERE… Hepsine en derin, en içten saygı ve sevgilerimi iletiyorum. Lütfen kabul etsinler…
Serdar Feyyaz ONUR
YORUMLAR