Grimm Kardeşlerin “Kurbağa Prens Masalı” ve “kurbağayı öpmek” kuramı üzerine çocukluğumdan beri düşünürüm.
Masal ülkenin birinde altından yapılmış oyuncaklarla oynamayı seven bir prensesin en çok sevdiği oyuncaklarından olan altın bir topla oynarken onu kimi masallarda bir kuyuya kimisinde de bir ırmağa düşürüşü ve çirkin kurbağanın güzeller güzeli prensesin kendisiyle arkadaş olması karşılığında altın topunu oradan çıkartarak prensese verebileceği yönündeki anlaşması üzerine kuruludur. Bu anlaşma Prensese, sürpriz son olmasa, pahalıya patlayacak olsa da eni sonu istemeye istemeye de olsa yatağına kadar aldığı ve onu “kurbağayı öpmek” vakasına kadar götürdüğü çocuk masalından bahsediyorum.
Sonuç harika: Prenses çirkin kurbağayı öper, karşılığında çirkin kurbağanın yakışıklı bir prense dönüşmesiyle de kazançlı çıkar. Yakışıklı Prensine kavuşan Prenses muradına erer. Prense dönüşüveren Kurbağa da Prensesle evlenir. Neticede sonsuza kadar mutlu mesut yaşarlar…
İyi de güzeller güzeli bir kızın yemyeşil vıcık vıcık bir hayvanı hem de bir çocuk masalında öpmesi de neyin nesi? Hadi öptü, “Ellerini yıkadın mı? Aman titiz ol! Dışarıda sağa sola özellikle de hayvanlara elleme!” diye büyütülenlerimiz dahil farklılık içerse de telkinler içinde büyütüldüğü bir dünyada öğretilere tezat, üstü başı siğillerle dolu kurbağanın öpülesi yakışıklı bir prense dönüşmesi bu gün bile çocuk aklımın anlayabileceği bir türden olmadı hiç.
Grimm Kardeşlerin çocuk zihnimize ekmeye çalıştığı şeytanlık da neyin nesiydi?
Şimdilerde anlıyorum ki ele almaktan imtina edeceğimiz o yemyeşil “kurbağayı öpmek” en çirkin, en karanlık yanımızdan başka bir şey değilmiş.
“48 HİÇ 50 OLUR MU?”
“SEN İSTE, YETER Kİ O 50 DE OLUR 48 DE!..”
Bir ay önce bir arkadaşım annesini Batman’da, on beş gün önce de bir başka arkadaşım babasını Ankara’da şu günlerde küresel olarak yaşadığımız Covid-19 salgını nedeniyle kaybetti.
Deprem olunca, “Deprem değil, bina öldürür.” gerçeğini anlayamayan, az çok her yıl sallanmasına rağmen titrediği halde kendine gelemeyen bir toplumun bu salgın döneminden alnının akıyla çıkmasını beklemiyorum elbette. Ancak insan yakınlarını kaybedince anlıyor durumun
ABD’de üniversite okumuş bir başka arkadaşım anlattı geçenlerde.
Üniversiteyi bitirmek üzere iken son yılında bir dersten kalmış. Aldığı ders notu 48… Her Türk gibi, “Hocayla konuşurum onu 50 yaptırır, mezun olurum.” düşüncesiyle hocasının yanına gitmiş.
Yarım saat boyunca, ailesinin Türkiye’de yaşadığını, okulu da bu bir ders yüzünden uzatmasının ailesine getireceği ekonomik yükü, bu durumda da mezun olmasının zorunlu olduğunu anlatmış.
Hocası, bu yarım saat boyunca onu dikkatle ve sözünü kesmeden dinlemiş. Sonra “Bitti mi?” diye sorduktan sonra “Evet, bitti!” cevabını alınca kalkmış ayağa, arkadındaki raftan üniversitenin ders geçme yönetmeliğini çıkarmış, ilgili sayfaları karıştırmış, aradığı sayfayı bulup arkadaşımı yanına çağırmış: “Burada ne yazıyor? Oku bakalım.” demiş. Arkadaşım da yüksek sesle okumuş:
“Ders geçme notu 50’dir.”
Hocası yılmamış sormuş:
“Peki, sen kaç aldın?”
“48.”
“Yeniden incelenmesi için itiraz ettin mi?”
“Evet.”
“Sonuç?”
“Notum değişmedi, yine 48.”
“Burada ne yazıyor? ‘Geçme notu 50’… O halde biz neyi konuşuyoruz? Sen bana neyi anlatmaya çalışıyorsun?”
Velhasıl arkadaşım iki puan için okulu bir dönem daha uzatmış. Okul ona okul bahçesindeki çöplerden boş içecek kutularını toplaması için “iş olanağı” sunmuş.
Bir yıl sonra mezun olup büyük bir şirkette işe başlamış, sonraki yıllarda da yönetici pozisyonuna yükselerek 2 puan için uzattığı dönemini tanesi 10 sent olan boş kutu toplayarak finanse ettiğini hiç unutmamış.
Diyeceksiniz ki söze “Kurbağayı öpmek” ile başladın Covid -19 virüsünden iki yakın kaybın olduğunu söyleyerek devam ettin arkadaşının 48 olan notunu hocasının 50’ye yükseltmediğiyle sürdürdün.
Bunların birbiriyle ne ilgisi var?
Çok ilgisi var! Nasıl mı?
Batı, masallardan çoktan vaz geçmiş kendi gerçeklerini sorguluyor.
Onlar hayatı sorgularken sen bu gün yaşadığın büyük salgında hala masallarda geziniyorsun haberin yok. Aylardır açıklanan vaka ve hasta sayılarının inandırıcı olmadığı ve gerçekleri yansıtmadığı tartışılıyor hala son günlerde.
Bu kez deveye biz soralım:
“Bırak boynunun eğriliğini, senin neren doğru ki?”
Türkiye’deki suç oranıyla ilgili bir bilimsel araştırma yapmaya kalksanız gerçek rakamlara ulaşabilir misiniz? Kentindeki suç oranını düşük gösterip, terfi alarak daha büyük kente atanma hayali kuran kaç müdür, kaç yönetici var, hiç düşündün mü? Ya da şöyle sorayım: Bugüne kadar, “Göz göre göre yalan söylüyor!” dediğiniz kaç kişinin yalan söylediği için cezalandırıldığını gördünüz?
Altın topunu alabilmek için kurbağayı öpen Prensesle büyüyünce Batı, salgından vaka sayılarını hasta sayılarından ayırmayı veya sınıf geçebilmek için hocasına yalvarmayı, yetmiyorsa ağlama taktiğini öğretmiyor artık çocuklarına. Gerçeklerle yüzleşmeyi seçiyor!
Eee?
Eee’si şu: Arkadaşlarımın anne ve babalarını öldüren, yanlış veriler üzerinden doğru değerlendirmeler yapılamayan bir salgın varken ortada biz daha uzun yıllar “Kurbağayı öpmek” zorunda kalabiliriz. Ne de olsa “48’i 50 yaparak” öğrenci geçirilen eğitim sisteminin çocuklarının elindeki “50’yi de 48 yapması” pek doğaldır. Türkiye’de her şey mümkün!
Bu ülkede yüksek lisans tezinde intihal yaptığı, yani başka yerden çaldığı, kanıtlanıp hükme bağlanmış bir kişi millî eğitim bakanı olabilmiştir!
Çocuğunu olduğundan daha “üst düzeyde” anlatan anne-babaların çocuklarının notlarından bazı rakamları bir yukarıya yuvarlamak için de çabaladıkları gerçeğini bilirken birçoğumuzun tüm bu tutarsızlıklara şaşırmaya da hakkı yoktur.
“Kurbağayı öpmek” üzerinden masalsı bir mutluluğa erişeceğini zanneden bir dünyanın kuralsızlık üzerine kurulu bir ülkesinde hasta veya vaka, bu ikisinin farkını Sağlık Bakanımızın anlattığı şekliyle hala anlamış değilim, sayısının düşük gösterilmesine itiraz hakkı da yoktur.
“Kurbağayı öpmek” kuramını gerçek dünyada bir kez daha düşünün derim ben!
Belki de yanlış kurbağayı öpüyor olabilirsiniz!
Sorgulamak lazım!
Selam, sevgi.
YORUMLAR