Allah korkusu diye bir tabirin yanlış kullanımını terk etmek gerekiyor. Çünkü öyle bir şey yok…
Yaratıcının gücü ve iradesi karşısında korku duymak değil, sadakat ve itaat hislerini canlandırmak gerekiyor. Dünyevi varlığın ve yaşamsal canlılığın sürdürülmesinde gerekli olan iki eleman olan Madde (Beden, vücut) ve Enerjinin (Ruh) birbirinden ayrılması ile ortaya çıkacak yok oluşu (ölüm) istememek insanda korku yaratabilir.
Ya da ahiret âlemine gidecek olmanın tedirginliği ile cezai işlemlerle karşılaşılacak olmanın da korkusu duyulabilir.
İnsan kaynaklı ve insanı kendi iç dünyasında hesaba çekecek olan muhakeme ve vicdan halidir asıl sorgulanması gereken. İnsan altından kalkamayacağı veya hesabını kendi vicdanına veremeyeceği şeyin korkusunu duyumsar. Bu korku kendisini yaratan mutlak gücün, yani Allah’ tan korkulacağı manasına gelmiyor.
Yaradılış felsefesinin özü zaten insana tanınan sınırsız imkânların yine insan tarafından haram ve günahtan uzak olarak kullanılmasına dayanır. Korkular, tanınmış olan sınırları çiğnememe, diğerinin hakkını yememe, var olmayı sağlayan kanunlara aykırı hareket etmemekle aşılır.
Yaratıcının kendisi ve bize yaşam hakkı-alanı tanıyan mutlak güç, korku duyulacak kaynak değildir. Sığınılacak ve arınma ile karşısına çıkılacak son noktamızın sahibidir. Korku, onun rızasına uygun hareket etmeme, yaradılış kanunlarına aykırı eylemlere girmemek üzerine olmalıdır.
Allah’ ın varlığını kabul eden ve inancını sınırsızca yaşamaya çalışan bir toplumun bireyleri olsak da toplumsal yapı içerisinde değişik kavramlar, lügatler, literatürde yer alan doktrinlerle inancı ve yaratılış felsefesini ret eden kişiler de yok değil…
Bakmayın inancı ve dini ret edenlere, kendi varlıklarını bile açıklayamayan, tanım getiremeyenlerin tutarsızlıklarına!
Akıl gibi potansiyel gücümüzün sınırları var ve bu sınır sadece yaşanan dünyanın ve yaşam alanlarının bilgisine vakıftır. İnsanın var olmasının öncesi ve sonrası konusunda yapılamayan ispatların yerini din, inanç, maneviyat almakta. Körü körüne dini, inancı, doğum öncesini, ölüm sonrasını kabul etmemek ve ruh ile madde birleşimi olan varlığımızı sadece evrimsel tür değişimi ve maddenin varlığına (Materyalist yaklaşım) indirgemek insanın kendisine hakarettir.
Tüm varlığı ve var olma gerçekliğini kabul etmemek yerine kaygılanmak, endişelenmek dürtüsünü harekete geçirmek daha mantıklıdır. Çünkü dini inanışın özünde Akıl ve Fehm (anlama) önemli yer edinmekte. Akıl var olma sınırlarında bulunduğundan, ilahi olanı ancak anlama, algılama, inanma, bağlanma, itaat aşamaları ile kabul edebiliriz.
Günah ve haram kavramlarının devreye girdiği yerde kişinin eylemlerde bulunması, yaşamının gereklerini yerine getirmesinde endişe duyarak kendini sorgulaması korku değil, doğruyu bulmaya çalışmak ya da ümit etmektir.
Aslında korku olarak telaffuz edilen, yaratıcımız olan Allah’ a karşı duyulan saygı, vefa, itaat etme duygularının ruhsal dünyamızda yarattığı tedirginliktir. Çünkü bağlılık ve sadakat hislerinde her zaman için istenilen ve beklenenleri yerine getirmekte başarılı olunma dürtüsü yatar. İlahi sorumluluk ve günah olandan sakınma konusunda kişinin kendi vicdanı ile baş başa kalması, korkunun kaynağı olsa da aslında kaygılanma ve tedirginlik olarak tanımlayabileceğimiz bir beklenti psikolojisinin ağır bastığını vurgulayabiliriz.
Toplumsal bilinç itibariyle genel kanaat, İlahi olanın ceza ve infaz makamı olduğu üzerine değil, affedici ve rahmet-merhametini kullanma fırsatı arama amacında olduğunu ön plana çıkarmak gerekiyor.
YORUMLAR