16 yaşında ve annemin doğduğu şehirden uzaktım.
Aslında bakarsanız nereye ait olduğumu bilmediğim bir yaştaydım.
Bulunduğum yer sıcaktı ve inanın bana,zaman orada çok yavaş akıyordu.
Hayal kurmaktan ve kitap okumaktan başka yapacak hiç bir şeyim yoktu.
Hayatın tokadını yemişliğim çoktu,ama bu defa yediğim tokat bir başkaydı,çünkü babamdan yemiştim.
Çok sert olmalıydı ki düştüğüm yerde kitaplara sarılmakla yetinmiştim .Umudun adını tekrar,tekrar yazıp ve bıkmadan okuyordum.
Bu denli hayata tutunmama sebebiyet veren şey neydi, inanın bende bilmiyorum.
Hızla atan kalbim ve kanım yarış halindeydi “ne yapsam yanıma kârdır” felsefesi baş ucumdaydı .
Cesur bir yürek ve asi bir kız,nereden geliyordu bu cesaretim onuda bilmiyordum.
Cahil aklım,cühela bedenim ve ben,bir ekiptik o zamanlar.
O tokattan sonra babamla konuşmuyorduk ama yarın memleketine gitmek için iki kelam etmemiz gerekiyordu,yerine getirmiştik.
İki kelam sonunda,sabah altıda yola çıkmıştık.Gün doğmadan güneş açmadan.
Yolculukları oldum olası sevmezdim ve yolculukta dinlenen dengbejleri.
Kuru gürültüden başka bir şey değildi bana göre,benim dinleyecek replerim vardı.
Gittiğimiz süre içerisinde nelere şahit olduğumu ah bir bilseniz. Tan yerinin nasıl ağırdığını geceyle gündüzün birleşimini ,soğuk havanın güneşle cilveleştiğini ve ay çiçeklerini.Evet “Ayçiçeği” güneşe aşık bir bitki ve ona verdiğimiz isim ayçiçeğiydi.
İşte bu çelişki evrene cephe almama önayak oluyordu,çünkü aşk 16 yaşındaysanız çok kutsaldır.
Annemin yanında getirdiği kuru pastalar ve sıcak çay eşlik ediyordu babamla muhabbetlerine ,benim muhatabım ise, bir teki bozulan kulaklığımdı.
Saatler süren yolculuktan sonra dağların bizi karşıladığı bir şehre girdik.Devasa büyüklükte dağlar ve üzerinde olmazsa olmazı,yaz kış erimeyen kar vardı.
Sol tarafımızda kalan masmavi bir deniz ve sessizlik hakimdi.
Nasıl huzurluydu anlatamam.
“Tanrım yıllardır kaçtığım şehrin büyüsü beni hapsediyor yardımına ihtiyacım var” demiştim sessizce,hatırlıyorum.
O yaşlarda Tanrı’yla aranız hep açıktır ama tuhaf bir bağ sizi hep ona bağlar,tabi muhafazakar bir aileye mensupsanız.
Annem ve babam kendi aralarında ve kendi dilleriyle bir şeyler paylaşıyorlardı.Yüz ifadelerinden anladığım tek şey,huzurdu,çünkü burası doğdukları, burası çocukluklarının geçtiği, burası baba ocağıydı.
Misafir edildiğimiz yere varmıştık.
Küçük bir köydü,hani şu kitaplarda okuduğumuz yeşilin her tonundan olan köylerden.Ömrümde görmediğim kadar karga vardı bu köyde ve üzerine tünedikleri boyunu tahmin dahi edemeyeceğim kavak ağaçları.
Kavak ağaçlarının dibinden ince cılız bir kanal geçiyordu ,hakikaten muhteşem bir manzaraydı.O doğallığa hayran olmuştum,saatlerce orada uzanıp gökyüzünü izlemiştim.Gece karanlık çökünce her gizli sigara molasından faydalanıp,kavak ağaçlarına yakın bir yerde yıldızları seyretmiştim.Öyle temiz,öyle berrak,pırıl pırıl görünüyorlardı.Onları hiç bu kadar yakından görmemiştim.Evimizin balkonundan bakıldığında aynı görüntü yoktu.Yoksa evren bize haksızlık mı etmişti?. Bu soruları yıllardır kendime sorar dururum,o günleri halâ anımsarım.İçimi tuhaf bir özlem acısı sarar.Memleketim gelir sonra aklıma,o yollarda dinlediğimiz dengbejleri hatırlarım,çok özlerim o asi kızı,en çokta babamı..
YORUMLAR