HAK VE HAKSIZLIK

 “Her şey benim için olmalı” ya da “Her şey benimdir” söyleminin karşılığıdır. Tartışmasız, sorgusuz, alternatifsiz, düşüncesizce insani tüm unsurları sınırsızca sahiplenmek, başkasına sahiplik dürtüsünü tattırmamaktır.

Tanım kısıtlı ve adil olmayan bir tanım oldu. Ama insani bakış açısının sosyal hayatta karşılığı olan hak, hukuk, adalet ve eşitlik kavramlarının düşüncelerde ve zihinlerde edindiği yerin sorgulanması karşımıza bu tanımı çıkarıyor.

Aslında Hak kavramı kişinin, grupların, toplumu meydana getiren bireylerin yaşam alanlarında ve bireysel dünyalarında sahip olmaları gereken değerleri ifade eder. Yaşaması için ihtiyaçlarının giderilmesine yarayan maddi unsurların yanında özgür düşünmesini, eğitim almasını, meslek sahibi olmasını, serbest hareket imkânlarına kavuşmasını sağlayan etmenlerin bütününü kapsar.

Hak bireysel değildir, evrensel özellikte tüm insanları ve toplumun genelini kapsayan kurallar ve edinilmesi gereken özgürlükleri işaret eder.

Kavramın zıddı olan Haksızlık olgusunun yapılacak tanımı detaylı bir açıklama önümüze serebilir. Kısıtlama, engel olma, iradeyi yok sayma, hakkı olanı vermeme, istediğine ulaşamama, hareket ve eylem kısıtlaması gibi genel bir tanımlamayı ifade eden haksızlık kavramı insan doğasının, yaşam alanlarının mağduriyet üzerine kurulu durumları karşımıza çıkarmakta.

Haksızlık, yaşam hakkını kullanmaya çalışan ve toplumsal yapının birliktelik ruhu ile hareket eden insanın, iradesini kullanamaması, hareket imkânını kaybetmesi, bireysel ve sosyal ruh dünyasını yaşamasına engel olunmasına denir.

Bu manada hak kavramı kudret ve güç sahibi olmak, özgürlüğün sınırlarını taşarak her istenilene ulaşmak konusunda zarar verecek eylemlere yönelmek değildir. Hak kavramını haksızlığa uğramaktan korkulduğu kadar kabullenmek gerekiyor. Bireysel olduğu kadar sosyal boyutu da ağır basan her iki kavramın eşitlik ve adalet ile uyumluluğu söz konusu olmalıdır.

Çünkü güç, para, otorite, makam, kudret, asalet sahibi olmak hak kavramının insana özgü ve kişisel olduğun manasına gelmiyor. Hak kişisel ve eşitliği özümsemiş insan kaynaklı olduğundan başkasına haksızlık yapılabileceği sonucunu çıkarmamaktadır.

Yani haksızlığa uğrama tedirginliğimiz kadar haksızlık yapmaktan çekinseydik ortada sorun kalmadığı gibi haklılığımızın da ispatı ortaya çıkardı. Kendini haklı görmek paranın ve gücün verdiği bir sorumluluk değil, insani olana değer katmanın verdiği bir güçtür.

İnsanlar doğuştan gelen yeteneklere ve becerilere sahip olsa da onlara verilen statüler, makamlar, güç, yetki, yöneticilik gibi vasıflar sonradan kendisine biçilen ve sorumluluk olarak yerine getirilmesi gereken donanımlardır. Toplum, insanlar, sistemler ve ilahi olanın yüklediği sorumluluk bilincinin geçici olduğu unutulmadan insanlar arası hak ve hukuk kurallarının evrensel değerler üzerine inşa edilmesi noktasında mesleki ve maddi imkânları hayatımıza aktarmamız lazım.

Geçici olan insandır, yapılan görevdir ve kalıcı olan insan topluluğu, hizmet edilmesi gereken makamlar ve statülerdir.

Yetki ve yönetim gücü insana değer katarak beklentilerin artmasına neden olur. Hizmet ve yeterlilik ile alakalı insanlara sunulması gereken hak unsurlarını maddi anlamda adalet ile eşit tutarak hakkaniyetle sahibine vermenin gayreti gösterilmelidir. Geçici olan ve hak edilmeyene ulaşmanın basiretsizliği başka haksızlıkları doğurmaktadır.

“Ey İman edenler! Allah için Hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa karşı olan kininiz sizi adaletten alıkoymasın. Adaletli olun, bu, takvaya daha uygundur. Allah’ tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. (Maide-8)” mesajının toplumsal hayatta ve topluluk yaşamında edinmesi gereken temeli sorgulamak gerekmiyor mu?

Verilen hak yaşam, irade, sorumluluk, bilgi ve bilinç olunca bunlara katılması gereken diğer alan adaletle eşitliği uygulama olmaktadır.